top of page

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ORTADOĞU

Coğrafi Stratejiler Analisti Ceren Cano tarafından

Rusya-Ukrayna Savaşı Devam Ederken ABD'nin Ortadoğu Politikası

  • Yazarın fotoğrafı: Ceren Cano
    Ceren Cano
  • 23 Tem
  • 14 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 6 gün önce


Illustration by Mark Harris / Reuters
Illustration by Mark Harris / Reuters

Özel Rapor


ABD'nin Orta Doğu ve Basra Körfezi politikası, ABD'nin bölgedeki çıkarlarına öncelik veren çeşitli hedefler göz önüne alındığında uzun bir geçmişe sahiptir. ABD'nin bölgedeki politikasının detaylı kronolojisi Birinci Dünya Savaşı’ndan (1914-1918) 7 Ekim 2023'te Hamas'ın İsrail’e saldırmasıyla başlayıp, hala devam eden çatışmaya kadar uzanacaktır. Bölgenin siyasi tarihi boyunca yaşanan dönüşümlere dayanan siyasi konjonktür göz önüne alındığında, bölge, dış aktörlerin siyasi ve askeri manevralarına karşı son derece savunmasız olmuştur. Bu nedenle, birbirlerinden büyük ölçüde etkilenen bölgesel aktörlerin politikalarındaki sert değişimlerin üzerinde de durmak gerekecektir.


ABD'nin Orta Doğu bölgesindeki temel hedefleri; bölgenin herhangi bir dış veya iç devlet aktörünün hakimiyetine girmesini önlemek, İsrail'i savunmak, bölgeden kaynaklanan terör tehdidini azaltmak ve ABD'nin- artık bölgenin geniş petrol ve doğalgaz rezervlerine bağımlı olmadığı iddiasının geçerliliği tartışılsa da- enerji taleplerini karşılamak için bölgedeki stratejik ortaklarıyla birlikte deniz yollarının güvenliğini korumak ve bu sebeple yakın ilişkilerini sürdürmektir. [1]


Birinci Dünya Savaşı'ndan İkinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde ABD, İngiltere ve Fransa'nın daha baskın olduğu bir coğrafyada petrol anlaşmaları ve ortaklıkları kurmak için ikili ilişkileri derinleştirirken, esas olarak Suriye ve Filistin'deki ABD çıkarlarının korunmasına odaklanan Açık Kapı politikasını izlemiştir. 1928'de Amerika ve Turkish Petroleum Company'nin ortakları (Royal Dutch/Shell Deutsche Bank ve Türk Milli Bankası'nın ortak girişimi olarak kurulmasına rağmen İngiliz ve Fransız) ile Ortadoğu'da Osmanlı İmparatorluğu'na ait topraklardaki petrol kaynaklarına ilişkin Kırmızı Hat Anlaşması imzalanır. [2] Kuveyt ve İran hariç, gelecekteki büyük petrol üreticisi bölgelerinin çoğu Kırmızı Hat'a dahil edildi. Amerika Birleşik Devletleri kısa bir süre sonra 1930'da Bahreyn'de petrol arama haklarını elde etti ve 1933'te ise Suudi Arabistan'daki özel imtiyazını, 1939'da ise bu imtiyazın önemli ölçüde genişletilmesini sağladı.[3]


İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika'nın Orta Doğu ve Kuzey Afrika'ya olan ilgisi artmış, ABD ikmal misyonları sadece Kuzey Afrika ve İran'da kurulmuştur. ABD ile İngiltere arasında bölgeye ilişkin gerginleşen ilişkiler, Amerika'nın başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurma çabalarını artırmasına neden oldu. 1945'in sonuna yaklaşırken, Roosevelt Filistin konusunda tarafsız bir politika izlemeye daha istekli olsa da Truman yönetimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'da yerinden edilmiş kişilerin kamplarının koşullarını belirleyen Harrison Raporu'nu tanıtmıştı. Rapor aynı zamanda Filistin sorununda İngiltere'nin ABD ile koordinasyonunu sağlamayı amaçlıyordu. Ancak bölgede Yunanistan, Türkiye ve İran üzerindeki Sovyet etkisi her zamankinden daha belirgindi ve Churchill'in halka açık bir konuşmasında kullandığı Demir Perde terimi dünyanın içine sürüklendiği düzenin habercisiydi. Çevreleme politikasına dayanan 1947 tarihli Truman doktrini, 40 yıldan fazla süren Soğuk Savaş'ın arifesinde Yunanistan ve Türkiye'ye Amerikan askeri ve ekonomik yardımı vaat ediyordu.


Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği'ni komünizmi küresel çapta yayma hedefiyle hareket eden iddialı ve yayılmacı bir güç olarak algılayan bir dış politika perspektifi geliştirdi. Bu bakış açısı özellikle Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan, Türkiye'nin Doğu Anadolu bölgesindeki toprak hakları ve Sovyetlerin Boğazların kontrolüne ilişkin taleplerine odaklanan krizlerle şekillenmişti. Ayrıca, Azerbaycan vilayeti konusunda İran ile yaşanan gerginlikler de Amerika’nın bu algısına katkıda bulunmuştur.[4] 


İran'da Muhammed Rıza Pehlevi döneminde ABD ülkedeki etkinliğini artırmış, iki ülke arasındaki ilk askeri anlaşma 1947'de imzalanmış, ABD deniz varlığı 1948'de Altıncı Filo'ya dönüşmüş ve ABD Ortadoğu gücü Basra Körfezi'nde kalıcı olarak konuşlanmıştır. Filistin'de ise Truman yönetimi İngiltere'nin izinden giderek toprakların Yahudi ve Arap devletleri arasında bölünmesini desteklemiş ve hemen ardından 1948'de ise, ABD İsrail Devleti'ni fiilen tanımıştır.


1950'nin ilk yarısına gelindiğinde bölgede milliyetçi hareketler yükselişe geçmişti; bir yandan Musaddık taraftarları ulusal cepheyi oluşturmuşlardı ve ana muhalefetleri İran petrol endüstrisinin İngiliz egemenliğindeki AIOC- “Anglo-Iranian Oil Company” tarafından kontrol edilmesine dayanıyordu. [5] Musaddık'ın başbakanlık dönemi (51-53), kraliyet otokrasisine karşı ulusal bir ayaklanmanın 1953 darbesiyle bastırıldı ve sona erdi. Şah, ülkedeki örgütlü hareketin yeniden canlanmasını önlemek için çok sıkı siyasi önlemler aldı ve Tudeh partisini ortadan kaldırmak için İsrail ve ABD'nin desteğiyle SAVAK iç güvenlik örgütünü kurdu.  Ancak İran'daki Amerikan karşıtlığı Musaddık'ın devrilmesinden sonra da uzun süre devam etti.[6]


Tam bu sırada Mısır'da Hür Subaylar lideri Cemal Abdül Nasır 1952 Mısır Devrimi'ne önderlik etti ve Arap milliyetçiliği Nasırcılık ile yükselip zirveye ulaştı. Nasırcılık, anti-emperyalist bir duruşla Pan Arabizm'e dayanan bir toplumsal düzeni teşvik etti. Ve Nasır, toprak reformu ve ülkedeki yabancı şirketleri millileştirmesi gibi sosyalist esintili reform hareketleri sayesinde Arap dünyasının gördüğü en önemli liderlerden biri haline gelecekti. Bu nedenle Nasırcılık, sadece Mısır'ı değil diğer Arap ülkelerini de etkileyen bir ideoloji olan Arap sosyalizminin kurucu ideolojisi olarak kabul edildi.  [7]


ABD 1950'de Orta Doğu Savunma Örgütü’nün kurulmasını önerdiğinde Mısır katılmayı reddetti. Kısa bir süre sonra, Nasır'ın 1956'da Süveyş Kanalı'nı millileştirmesi, kendisi için önemli bir siyasi zafere işaret ediyordu. Sonuç olarak Sovyet-Mısır ilişkileri güçlendi. Bölgede algılanan Sovyet tehdidine karşılık olarak ABD, 1957'de komünizme direnen uluslara ekonomik ve askeri yardım sunan Eisenhower Doktrinini uygulamaya koydu. Bu hamle, 1955 yılında İngiltere, Türkiye, Pakistan, İran ve Irak tarafından imzalanan MEDO'nun bir uzantısı olan Bağdat Paktı ile kurulan Batı yanlısı bloğu güçlendirdi. Eş zamanlı olarak 1958'de Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin kurulması, Irak devrimi ve Lübnan'daki iç karışıklık gibi olaylar bölgesel istikrarsızlığı arttırdı.


1960'larda ABD'nin Orta Doğu'daki üslere olan ihtiyacı azalmış, hedeflerini Hint Okyanusu'ndan füze atan deniz piyadeleriyle vurma kabiliyeti artmıştır. Ayrıca Yemen savaşında ABD, Mısır ve Suudi Arabistan arasında arabuluculuk yapmış ve Suudi Arabistan ile ilişkilerini güçlendirmiştir. Kennedy'nin kısa süren başkanlığı sırasında (1961-1963) İsrail ile ABD arasındaki bağlar güçlendi ve ABD, İsrail'e ilk büyük Amerikan silah sisteminin satışını onayladı. Johnson yönetimi de (1963-1967) aynı şekilde hareket etti, ancak İsrail ve Mısır arasında Tiran Boğazı'nda artan gerginlikten kaynaklanan 1967 Altı Gün Savaşı sırasında İsrail'e verdiği nihai desteğin bir sonucu olarak Mısır, Suriye ve Irak ABD ile diplomatik bağlarını kopardı. [8]


Altı Gün Savaşı şu önemli değişiklikleri ve sonuçları da beraberinde getirdi: İsrail Doğu Kudüs'ü, Batı Şeria'yı ve Golan Tepelerini ilhak ederek 1,5 milyonluk bir Arap nüfusu yarattı; Mısır'ın askeri varlığı kararlı bir şekilde zayıfladı ve Sovyetler Birliği ile tamamen uyumlu hale geldi; Filistin gerilla hareketi faaliyetlerini yoğunlaştırdı ve yeni askeri ve siyasi grupların ortaya çıkmasına neden oldu ve hepsinden önemlisi Nasır ağır bir darbe aldı ve Arap toplumu umutsuzluğa kapıldı. [9]


1969'da ABD'de Nixon yönetimi işbaşına geldiğinde, 1967 Savaşı geride ciddi sorunlar bırakmış, bölgede Sovyet etkisi artmış ve Nixon yönetimi daha çok İsrail-Filistin sorununun SSCB ile iki güç, SSCB, İngiltere ve Fransa ile dört güç görüşmeleri yoluyla çözümüne odaklanmıştı. İsrail ve Mısır arasındaki Yıpratma Savaşı daha da uzarken, Amerikan Dışişleri Bakanı William Rogers, kalıcı bir barış için İsrail-Mısır ateşkesinin yenilenmesine ve 1967 sonrası mülteci sorununa adil bir çözüm bulunmasına dayanan bir barış planı- Rogers Planını- ortaya attı.[10]


1967'den 1980'lere kadar Orta Doğu'da neler yaşandı? Yemen; Mısır ve Suudi Arabistan arasındaki çatışmalar arasında 5 yıldır devam eden bir iç savaşın alanı olmaktan yorgun düşmüşken, 1967'de bunu sona erdirmeye karar verdiler. Yemen, Kızıldeniz'in girişindeki konumu ve hayati önem taşıyan nakliye kanallarına yakınlığı nedeniyle stratejik bir öneme sahipti. Avrupa'ya ve Süveyş Kanalı'na giden petrol tankerleri, Yemen'in kıyı şeridi boyunca uzanan dar bir su yolu olan Babülmandep Boğazı'na bağlıdır.


1966 yılında Irak'ta, Kürt ayaklanmasının petrol zengini kuzey vilayetlerini ele geçireceği korkusuyla bir darbe oldu. Bu arada Libya, Sudan ve Somali'de ılımlı hükümetler askeri darbeyle devrildi. Kaddafi militan Arap milliyetçiliğinin öncüsü olarak ortaya çıktı ve Nasır, emperyalizme karşı savaşan bu lidere büyük sempati duyuyordu.  [11]


1967 savaşından sonra Lübnan, savaştan sonra Filistin nüfusunun çoğunun Lübnan ve Ürdün'e kayması ve Lübnan'daki çatışmalarla birlikte hareketin merkezinin Ürdün'e taşınmasıyla coğrafyası küçülen Filistin gerilla hareketiyle baş etmek zorunda kaldı. Ancak FHKC'nin (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) artan rehine eylemleri, Ürdün tarihinde Kara Eylül ya da 1970-1971 Ürdün İç Savaşı olarak geçecek büyük bir yıkıma neden oldu. [12]


Bu zaman diliminde iki önemli olay meydana geldi: 1954 yılında Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi'nin (AIPAC) ve 1960 yılında Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) kurulması. Halen 12 üye ülkeden oluşan OPEC küresel petrol üretiminin %30'una katkıda bulunurken, AIPAC de Amerikan dış ilişkilerini şekillendiren etkili bir aktör olarak ortaya çıkmıştır.


Bununla birlikte hem dönemi hem de bölgeyi belirgin bir şekilde karakterize etmeye aday olan olay 1979 İran Devrimi'dir. Bu devrim, daha önce ABD tarafından desteklenen İran'daki monarşik rejimin yıkılmasına sebep oldu, Şah rejimi demokratik reformlarla birlikte toprak reformunu vurgulayan bir kalkınma stratejisine rağmen büyüyen direnişi bastıramamıştır.


1970'ler sona ererken, İran Devrimi'nin de etkisiyle, Orta Doğu'da Batı karşıtı duygular yükselişe geçti, aşırı İslamcı hareketler güç kazandı ve Amerika'nın Batı yanlısı ortağı İran ile ilişkilerinin dinamikleri önemli bir değişim geçirdi. SSCB'nin 1979'da Afganistan'ı işgali ABD ile gerilimi artırdı ve Saddam Hüseyin iktidara geldikten kısa bir süre sonra İran'ın kırılganlığını fırsat bilerek işgal başlattı. İran-Irak savaşı sekiz yıl sürdü ve İsrail'in Washington'dan aldığı siyasi ve askeri destek bölgede güvenlik hissi yaratmaya yetmedi.


1981 yılında İsrail ilk olarak Golan Tepelerini topraklarına katma niyetini açıkladı. Ardından 1982'de Beyrut'taki Filistin üslerinin bombalanması ve akabinde Paris’te bir İsrailli diplomatın öldürülmesiyle İsrail, Lübnan'a geniş çaplı bir saldırı başlatmayı tercih etti. Lübnan'ın yönetim sistemi içindeki mezhepsel bölünme, 1990'a kadar süren ve Filistinlilerin ulusal harekete katılmasıyla daha da şiddetlenen 15 yıllık bir iç savaşı körükledi. Bu zaman dilimi boyunca ABD ısrarla İsrail'e silah tedarik ederken, hiçbir Arap ülkesi Suriye'ye ya da Lübnan'daki çatışmaya katılan Filistinlilere askeri yardım sağlamadı. Ayrıca, adı hala hatırlanan Sabra ve Şatilla katliamı da bu dönemde gerçekleşmiştir.


"Reagan yönetimi SSCB'ye karşı uluslararası bir konsensüs oluşturmayı amaçlarken, Orta Doğu hükümetleri olası bir Sovyet işgalinden çok İsrail, iç çatışmalar ya da ayaklanmalar konusunda endişeliydi. ABD yönetimi ister Müslüman ister Hıristiyan, isterse Yahudi topluluklardan kaynaklansın, Ortadoğu'daki köktendincilikle mücadele etmekte zorlandı." [13]  Enver Sedat'ın öldürülmesi, Camp David barış görüşmelerinin çökmesi ve nihayetinde 2001 yılındaki 11 Eylül saldırıları Ortadoğu'da yeni bir dönemin başladığını gösterecekti.


Ancak 1990'larda Amerika ve Batı için Orta Doğu'da belirgin bir alarm çalmaya başladı. 1968'de Irak'ın kontrolünü ele geçiren Saddam Hüseyin, boyun eğmez bir lider ve bölgesel çıkarlar için önemli bir güvenlik endişesi olarak ortaya çıktı. Saddam'ın 1990'da Kuveyt'i ilhak ederek Körfez Savaşı'na yol açması, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla en büyük tehdidin ortadan kalktığı bölgede 20 yıllık dönüştürücü bir dönemi başlatmasıyla bu durum daha da ağrılık kazandı. Saddam'ın Basra Körfezi'ndeki hâkimiyetinden endişe duyan George H. W. Bush yönetimindeki ABD, yıllardır desteklediği rejime müdahale etmekte gecikmedi ve Kuveyt'i kurtarmak için otuz beş ülkeden oluşan koalisyonla birlikte Çöl Kalkanı Harekâtı'nı başlattı. ABD, Orta Doğu'da mutlak bir süper güç haline geliyordu. Buna ek olarak, resmi bir askeri gücün konuşlandırılmasıyla Kürt aşiretleri dağlara çekildi ve iki milyon Kürt'ün Türkiye ve İran sınırlarına doğru geniş çaplı bir göçe başlamasına neden oldu, bu da çoğunluğu bebek, çocuk ve yaşlılardan oluşan 20.000 kişinin hayatını kaybetmesine yol açtı ve Kuveyt'te yaşayan yaklaşık 400.000 Filistinli savaşla birlikte Kuveyt'i terk etti. Ürdün'deki Filistinli nüfus çoğunluk haline geldi.


Öte yandan 80'lerin sonunda Filistin ayaklanması tırmanırken, Iran devriminden etkilenen İslami hareketler FKÖ'ye alternatif olarak gösterilmeye başlanmış, Hamas- ḥarakaẗ ʾal-muqāwma ʾal-ʾislāmiyya 1987 yılında kurulmuştur. Körfez Savaşı'nda Irak'a verdiği destekten yorulan ve Hamas'ın artan etkisinden endişe duyan Arafat'ın liderliğindeki FKÖ, 1993 yılında Clinton yönetiminin arabuluculuğunda İsrail ile Oslo müzakerelerini başlattı. Ancak ne Oslo Anlaşması ne de Camp David başarılı girişimler oldu. Oslo kayıtları, Filistinli mültecilerin İsrail'e geri dönme hakkı, Doğu Kudüs'ün statüsü ya da İsrail yerleşimlerinin Filistin topraklarında devam eden genişlemesi gibi temel konuları ele almakta başarısız oldu.


11 Eylül saldırıları George W. Bush yönetimi sırasında meydana geldi ve Terörle Savaş politikasının hızla uygulanmasına yol açtı. Birleşmiş Milletler onayı ve NATO desteğiyle aynı yıl Afganistan işgal edilmiş, bunu 2003 yılında kitle imha silahları barındırdığı bahanesiyle ve demokrasiyi tesis etme vaadiyle Irak'ın işgali izlemiştir. George W. Bush, babasının aksine siyasi deneyimden yoksundu. Yeni muhafazakâr politikalar tarafından yönlendirilen yönetimi, 11 Eylül saldırılarının ardından Irak'ı işgal etme kararı aldı. Irak'ta demokrasiyi teşvik etme ve bölgesel refahı artırma hedeflerinin aksine, müdahalenin ekonomik, siyasi ve sosyolojik yansımaları sadece bölgeyi değil, aynı zamanda küresel manzarayı da etkileyen ciddi sonuçlar doğurdu.


Bir yandan Şaron'un Harem-i Şerif'i ziyaretiyle başlayan ikinci intifada, Hamas ve FKÖ arasındaki ayrışmayı hızlandırırken, diğer yandan başarısız Afganistan ve Irak işgalleri bu bölgelerde İran destekli milislerin, özellikle de Lübnan'daki Hizbullah'ın güçlenmesine katkıda bulundu. 2000'li yılların başındaki böyle bir konjonktürde, sert güç kullanımı ve kamuoyu desteğinin yokluğu Obama’nın iktidara gelmesi için gerekli koşulları yarattı. Obama’nın başlıca kaygıları; nükleer silahsızlanma, petrol ticaretinin güvence altına alınması, terörizmle mücadele, İsrail'in korunması ve demokratikleşme davasının ilerletilmesiydi.


Obama yönetimi sırasında (2009-2017) ABD'nin Orta Doğu'daki dış politikası önemli bir dönüşüm geçirdi. Sert ve yumuşak güç kullanımı ABD'nin bölgedeki politikasını etkilemiştir. 11 Eylül saldırısı ise ABD'yi terörist gruplara ve onlara yataklık ettiği düşünülen ülkelere savaş ilan etmeye sevk etti. Irak ve Afganistan gibi kilit noktalar, El-Kaide ve Taliban gibi Amerikan karşıtı fraksiyonlarla mücadelede hayati önem taşıyordu. Usame Bin Ladin'in ortadan kaldırılması, ABD'nin sert güçlerinin Orta Doğu'da konuşlandırılmasının altını çizdi. Yumuşak güçler tarafında ise Washington yetkilileri, ABD'nin Afganistan'ı işgalinden sonraki 24 ay içinde El Kaide'nin önemli ölçüde zayıfladığını, sadece bir propaganda koluna indirgendiğini ve stratejik olarak yenilgiye uğratıldığını gözlemledi. ABD, 2002 yılında Hamid Karzai'nin ülkenin demokratik yollarla seçilmiş ilk lideri olarak seçilmesini destekledi. Özellikle Obama, Washington'un dış politika çabalarını Orta Doğu'dan Asya'ya yönlendirme niyetini beyan etti. [14]


Ancak 2010'lu yıllara gelindiğinde Orta Doğu'daki tablo ABD'nin bölge için öngördüğünden farklıydı; yüksek işsizlik oranları, yaşlanan diktatörlükler, büyük yolsuzlukların yanı sıra iç savaşlar ve müdahalelerden de bıkmıştı. Nüfustaki hızlı artış, birçok Arap devletinde siyasi ve ekonomik ilerlemenin yetersizliği ile birleştiğinde, yönetici elitlerin beceriksizliği ile daha da kötüleşti ve nihai çöküşlerine sebep oldu. Tunus'ta başlayan ayaklanmalar Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Suriye, Fas ve Ürdün ile devam etti. Bununla birlikte, en beklenmedik olaylar İran'la ortaklık içinde olan ve stratejik olarak konumlanmış mezhepçi bir yönetici elit kesim tarafından yönetilen Suriye'de ortaya çıktı. İlk protestolar Mart 2011'de taşra kasabalarında başladı ve giderek büyük şehir merkezlerine yayıldı. Rejimin sert tepkisi silahlı muhalefete yol açtı ve 2011 ortalarında ordudan ayrılanlar Özgür Suriye Ordusu'nu örgütledi. 2011 yılının sonunda Suriye, Alevi azınlığın Devlet Başkanı Beşar Esad'ı, Sünni çoğunluğun ise isyancıları desteklediği köklü bir iç savaşa sürüklendi. Her iki grup da dış aktörlerden destek aldı: Rusya rejimi desteklerken, Suudi Arabistan isyancı grupları destekledi.[15]


Ancak Suriye İç Savaşı kısa sürede bir vekalet savaşına dönüştü. İran 2012 yılında sahaya yüzlerce subay gönderirken, petrol zengini Arap ülkeleri de isyancı gruplara silah ve para desteği sağladı. Obama yönetiminin CIA’ye isyancı grupları eğitme yetkisi vermesinden bir yıl sonra, savaş IŞİD'in ortaya çıkmasıyla dönüşüme uğradı. IŞİD sadece isyancı gruplara karşı değil aynı zamanda Kürtlere karşı da savaşıyordu. Eş zamanlı olarak Türkiye, Irak ve Türkiye'nin güneyindeki Kürt gruplara askeri müdahalede bulundu. Rusya askeri araçlarını göndermeye karar verdi ve bir ay sonra fiilen savaşa dahil oldu.

2014 yılına gelindiğinde iki önemli olay gerçekleşti. ABD Kongresi Aralık 2015'te ABD petrolünün ihracatına onay verdi ve kaya petrolü devrimi ABD'yi 2014'te dünyanın önde gelen ham petrol üreticisi konumuna getirdi. Amerikan petrol ihracatına izin verilmesinin, Suriye'deki çatışmaya müdahil olan İran, Suudi Arabistan ve Rusya için yansımaları oldu.


2015 yılında Rusya, Suriye'deki İslam Devleti mevzilerine hava saldırıları düzenleyerek ve Esad'ın muhaliflerini hedef alarak çatışmaya dahil oldu. Rus hava saldırılarının başlıca hedefleri, Rusya'nın müttefiki olan Suriye rejimini korumak, Rusya'nın askeri ve diplomatik yeteneklerini rakibi olan Türkiye'ye göstermek ve Tartus'ta onlarca yıldır bulunan ve Akdeniz'e erişim sağlayan Rus askeri üssüne erişimi sürdürmekti. 2016 yılında Rus hava kuvvetleri geri çekilmeye başladı.[16] 


Trump'ın 2017'de iktidara gelmesinin ardından, başlangıçta Suriye meselesine müdahil olmama niyetinde olan Beyaz Saray, kimyasal silah kullanıldığı iddiasını gerekçe göstererek Suriye'deki bir hava üssüne füze saldırısı düzenledi ve çatışmaya ilk kez doğrudan müdahil oldu. Hedefi, bölgede Suudi Arabistan ve İsrail'i desteklerken İran'ı izole etmek üzerine kuruluydu. İran, yönetim için önemli bir odak noktası olarak duruyordu. 2017 Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde İran'a 17 kez vurgu yapıldı ve ABD'ye düşman herhangi bir gücün bölgede üstünlük kazanmasının engellenmesinin çok önemli bir öncelik olduğunun altı çizildi. Bu Tahran'a açık bir göndermeydi. Ancak yönetim, Mayıs 2018'de Kapsamlı Ortak Eylem Planı'ndan (KOEP) çekilmesinin ardından pratik bir politika oluşturmakta zorluklarla karşılaştı. Trump, İran'ın bölgesel hegemonik hırsları ve Hizbullah gibi radikal grupları desteklemesi gibi dış politikasının diğer endişe verici yönlerini ele almakta başarısız olduğunu iddia ederek anlaşmayı sert bir şekilde eleştirmişti.


Bu dönemde Tahran'ı kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayan İsrail, yakın müttefiki ABD ile ilişkilerinin geliştiğine tanık oldu. Trump'ın ABD büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşıması ve Washington'daki Filistin diplomatik misyonunu kapatacağını açıklaması dikkat çekici adımlardı. Ayrıca yönetim, Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı'nın tüm fonlarını sonlandırdı ve mülteci statüsü verilen Filistinlilerin sayısını önemli ölçüde azaltma niyetini dile getirdi. Buna karşılık Türkiye ve Mısır ile ilişkiler gerginleşti. Trump yönetimi Kahire'nin Kuzey Kore'ye silah satışına müdahil olmasından ciddi endişe duyduğunu ifade etti ve bazı fonları geçici olarak durdurduktan sonra serbest bıraktı. Dahası, Trump'ın Erdoğan ile çatışması uygunsuz bir zamanda ortaya çıktı. Türkiye Suriye'de önemli bir nüfuza sahipti ve ABD ordusu İslam Devleti'ne karşı hava saldırıları düzenlemek için İncirlik Hava Üssü'ne güveniyordu. Ayrıca, yönetim Suriye iç savaşına ilişkin tutarlı bir strateji geliştirmekte zorluklarla karşılaştı.[17]  Ayrıca bu döneme damgasını vuran ve Amerikan dış politikasında değişime yol açan iki gelişme meydana geldi; Amerika’nın bölgedeki petrol kaynaklarına olan bağımlılığının ortadan kalkması ve Çin ile Kuzey Kore'nin ABD’ye meydan okuyan yeni güçler olarak ortaya çıkması.


Biden'ın 2021'de göreve gelmesinin hemen ardından Rusya ile Ukrayna arasındaki Kırım gerilimi tırmandı. Kırım'ın kontrolü Rusya için önemliydi ve Moskova'ya Rusya'nın Karadeniz Filosuna ev sahipliği yapan Sivastopol'daki deniz üssüne sürekli erişim sağlıyordu. Ardından, 2021 Brüksel Zirvesi'nden sonra Ukrayna'nın potansiyel olarak NATO üyesi olabileceğinin açıklanması, Rusya'nın Şubat 2022'de Ukrayna'yı işgal etmesine yol açtı. Buna karşılık Biden, Ukrayna'ya 40 milyar dolarlık bir yardım paketini onaylayan 2022 Ukrayna Demokrasi Savunması Ödünç Verme ve Kiralama Yasası'nı imzaladı.


Amerika Birleşik Devletleri, giderek daha da zorlu hale gelen Rusya-Çin ortaklığından özellikle endişe duymakta. Bu endişe, savaşın başlangıcından bu yana Çin ve Rusya'nın Batı'yı dışlayarak liderlik ettikleri çok taraflı örgütler olan BRICS ve Şangay İş birliği Örgütü'nü destekleme çabalarına ağırlık vermesiyle artmıştır. Bu gruplaşmaları, Batı sonrası çok taraflı küresel düzen vizyonu anlamında önemli yapı taşları olarak görüyorlar. Özellikle altı ülke -Arjantin, Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri- geçen hafta Johannesburg'da bu yılki BRICS zirvesinde (Putin'in katılımı olmadan gerçekleşti) açıklandığı üzere 2024 yılında BRICS'e katılacak; 19 ülke üyelik için başvurmuştu. Bu muhtemel üyelerden ve başvuru sahiplerinden bazılarının ABD ile yakın bağları var ve BRICS'e katılmalarının bu ilişkiler üzerindeki etkisi belirsizliğini koruyor.


Ukrayna ve Rusya arasındaki çatışma devam ederken Biden, Trump’dan farklı olarak Orta Doğu ilişkilerini Obama'nın belirlediği stratejik yörüngede yeniden inşa etmeye çalıştı. Trump'ın kararı Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın terk edilmesine yol açtı. Eşzamanlı olarak, İran ile tırmanan gerilimin ortasında, ABD bölgedeki birincil müttefiki İsrail'i destekleme taahhüdünü yineledi.


İki yıllık bir aradan sonra Biden, ABD'nin Filistinlilere yardımını yeniden başlattı. Trump, Mart 2022'deki Negev Zirvesi sırasında ABD'nin Filistinlilerle ilişkisini kesmiş ve müzakere edilmiş iki devletli çözüme desteğini yeniden teyit etmişti. Ancak Hamas'ın Ekim 2023'te İsrail'e yönelik sürpriz saldırısı bölgede şok etkisi yaratmış, 1200'den fazla İsrailliyi öldürmüş ve 200'den fazlasını rehin almıştır.


Kara harekâtının boyutlarının giderek büyümesi, daha geniş çaplı bir bölgesel çatışma potansiyeline işaret etmektedir. İşgal güney Gazze şeridine doğru ilerledikçe milyonlarca Filistinli, halihazırda çeşitli İslamcı grupların bulunduğu Mısır sınırında mahsur kalabilir. Alternatif olarak, çatışmanın genişleme potansiyeli göz önünde bulundurulduğunda, bir başka senaryo da Batı Şeria'da yaşayan yaklaşık 3 milyon Filistinlinin Ürdün'e taşınmasını içeriyor ki bu ülke, halihazırda mültecilere en fazla ev sahipliği yapan ikinci ülke konumunda ve hem Ürdün hem de Suudi Arabistan için risk teşkil ediyor.


Ayrıca İsrail kendisini birden fazla cephede İran destekli çeşitli milis gruplarla mücadele ederken bulabilir. Kuzeybatı Yemen'de Husilerden gelen tehditlerle karşı karşıya kalırken aynı zamanda Suriye'den ve Hamas, Hizbullah, Filistin İslami Cihadı (PIJ) ve Halk Direniş Komiteleri (PRC) gibi İran destekli oluşumlardan gelebilecek potansiyel eylemlerle de yüzleşecektir. Husilerin Eilat'ı hedef alması, İsrail'in Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz üzerinden ticaret yollarını engellemeyi amaçlamakta ve G20 zirvesinde Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi'ne karşı bir gündem olarak sunulan Hindistan, Orta Doğu ve Avrupa'yı birbirine bağlayan ekonomik koridorunu kısıtlayarak yalnızca İsrail için değil, aynı zamanda ABD için de bir tehdit oluşturmaktadır.


İran destekli Husilerin saldırılarının devam etmesi ABD'yi Hürmüz Boğazını tehdit etmeye kışkırtabilir. ABD uçak gemisi vurucu grupları Doğu Akdeniz sularından İsrail'e yakın noktalara kaydırılarak Hürmüz Boğazı'na yakın konumlandırıldı.


Dahası, İsrail sularında dünyanın en büyük 25 gaz rezervi arasında yer alan Tamar & Leviathan gaz sahasının tespit edilmesi İsrail'e bölgede önemli bir koz sağladı. 2019 itibariyle İsrail, tükettiğinden daha fazla gaz üreterek yurtdışına daha az bağımlı hale gelmiştir ve bu da ona önemli bir doğal gaz ihracatçısı olma şansı sağlamaktadır. İsrail-Güney Kıbrıs-Yunanistan ve İtalya üzerinden geçmesi planlanan East-Med projesi sayesinde İsrail, doğal gaz ihracatında dünya çapında ilk 15 ülke arasına girme potansiyeline sahip. Fakat, İsrail açık deniz gaz sahaları Hizbullah'ın olası saldırıları riskiyle karşı karşıya kalabilir. Bir diğer olasılık ise, Hizbullah’ın çatışmaya dahil olması ihtimalinde savaşın çok daha büyük bölgesel bir savaşa dönmesi ihtimali ve bu durumda, Azerbaycan'ın Ermenistan'daki güç boşluğundan yararlanarak Sunik bölgesini ele geçirme olasılığıdır. İran'ın buna karşılık jeopolitik dinamikleri dikkatle yönetmesi gerekecektir.[18] Bugüne gelindiğinde ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bütün yerkürede çevreleme politikası, şimdi Rusya’yı Avrupa’da, Karadeniz’de Güney Kafkaslar ’da ve Doğu Akdeniz’de sınırlandırmaya dönüşmüştür. Fakat bu minvalde, ABD'nin de Tayvan konusunda Çin ile oldukça meşgul olduğunu da unutmamak gerekir.


Bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda, Orta Doğu'nun sürekli olarak sömürüye ve saldırganlığa açık bir bölge olduğu açıktır. Stratejik konumu ve bol doğal kaynakları nedeniyle hem yerli hem de yabancı liderlerin hırslarının odak noktası olmaya devam edecektir. Bilim adamlarının, şairlerin, sanatçıların, mimarların, filozofların ve peygamberlerin doğduğu yer olmasına rağmen, insan medeniyetinin beşiği olarak anılan Orta Doğu’nun kendi   mezarına dönüşmeyeceğine dair umut devam edecektir.[19]

 

 

 

[1] (Bolan, 2021)

[2] (Relations, s.d.)

[3] (Sela, The Continuum Political Encyclopedia of the Middle East, 2002)

[4] (Cleveland, 2004)

[5] Ibid

[6] Ibid

[7] Ibid

[8] (Sela, 2002)

[9] (Cleveland, 2004)

[10] (Goldschmidt Jr., 2015)

[11] (Goldschmidt Jr., 2015)

[12] Ibid.

[13] Ibid

[14] Fang, Q., & Lu, X. (2021). The Transformation of the US Strategy in the Middle East: Retreat after 2011. Advances in Social Science, Education and Humanities Research. https://doi.org/10.2991/assehr.k.211020.234. Pg-656

[15] Arap Baharı'nın Suriye'de bir iç savaşa dönüşmesinin nedenleri ve Suriye'de devam eden iç savaş başlı başına ele alınması gereken ayrı bir konudur. Bu konu ayrı bir bölümde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

[16] Mayeur-Jaouen, C., Dupont, A., Verdeil, C. (2011). Le Moyen-Orient par les textes : 19e - 20e siècles. France: Armand Colin. pg -476

[17] Thompson, J. J. (2018). Trump’s Middle East policy. CSS Analyses in Security Policy, 233. https://doi.org/10.3929/ethz-b-000292962

[18] RealLifeLore. (2023, December 9). How the US & Iran Are Preparing to Fight Over Israel [Video]. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=PzSRMzb_2 (RealLifeLore, 2023)jE

[19] (Goldschmidt Jr., 2015)


Kaynaklar:

 

Bolan, D. C. (2021). Twenty Years After 9/11: Implications for US Policy in the Middle East. Carlisle, PA: US Army War College Press.


Catherine Mayeur-Jaouen, Anne-Laure Dupont, Chantal Verdeil. (2011). Le Moyen-Orient par les textes 19e - 20e siècles. France: Armand Colin.


Cleveland, W. L. (2004). The Independent Middle East from the End of WW2 to the 1970s. In W. L. Cleveland, A Hİstory of the Modern Middle East (pp. 303-308). Westview Press.


Goldschmidt Jr., A. (2015). A Concise History of the Middle East. Routledge. Retrieved 1 3, 2024


Qifeng Fang, Xiaocheng Lu. (2021). The Transformation of the US strategy in the Middle East: Retreat after 2011. Advances in Social Science, Education and Humanities Research, 656-657.

Relations, M. i. (n.d.). Milestones: 1921-1936. Retrieved from Office of The Historian: https://history.state.gov/milestones/1921-1936/red-line


RealLifeLore. (2023, December 9). How the US & Iran Are Preparing to Fight Over Israel [Video]. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=PzSRMzb_2 (RealLifeLore, 2023)jE


Sela, A. (Ed.). (2002). The Continuum Political Encyclopedia of the Middle East. Continuum. Retrieved 12 27, 2023


Thompson, J. (2018). Trump's Middle East Policy. CSS Analyses in Security Policy , 1-4.


Voll, J. O. (1980). Arthur Goldschmidt Jr. A Concise History of the Middle East . Boulder, Col.: Westview Press, 1979. 410 pp., bibliography, glossary, index. Paper. Middle East Studies Association Bulletin, 14(1), 66-68. Retrieved 1 3, 2024, from https://cambridge.org/core/journals/review-of-middle-east-studies/article/div-classtitlegoldschmidtarthurjra-concise-history-of-the-middle-east-boulder-col-westview-press-1979-410-pp-bibliography-glossary-index-paperdiv/59260ed8eda03407baf94aea604ff0c9



 


 
 
 

Yorumlar


bottom of page